Kayıtlar

Ağustos, 2010 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Son izlediğim 5 film üzerine...

Resim
Siz bu satırları okurken ben muhtemelen pazar gününü de iş yerinde geçiriyor olacağım. Ama sonunda, fuara hazırlık aşamasındaki işleri toparlayabilirsek, bayram tatilimiz 9 güne tamamlanmış olacak. Ancak pazar gününü ofiste geçirmek zorunda olmayan,  bu gün sıcakta ne yapacağını bilmeyen, bu sıcak havada açıkhavaya mı çıkılır diye soranlar için, geçtiğimiz hafta içerisinde - birini de dün gece- izlediğim filmler hakkında fikirlerimi yazacağım ki, belki ilginizi çeker, evde DVD kiralamak ya da sinemaya gitmek iyi bir alternatif olur. Yukarıda afişini gördüğünüz Alice harikalar diyarında bu filmlere dahil değil. Ama farkettim ki, izlediğim halde fikirlerimi yazmamışım. Öncelikle görüntüler muhteşem. Makyaj, kostüm, oyuncu çeşitliliği çok zengin. İnsanı sıkmayan eğlenceli bir film. Ama bir ara moda dünyasını da etkileyen bu film bu tarza alışkın olmayanlar için feci sıkıcı da olabilir. Buna rağmen izlenmesi gereken bir Disney yapımı. Aşağıdaki Disney yapımı...

Evet mi hayır mı?

Ben bu referandumu evliliğe benzetiyorum. Hani bir hevesle evet diyenler, zaman geçince evet dedikleri güne lanet edecekler gibi. Belki de yanılıyorum. Ama hayat tecrübem bana evet demeden önce bir kere daha dönüp düşünmem gerektiğini öğretti. Belki bu "Hayır" ın dönüşü yok, ama genellikle hayır dedikten sonra düşünecek zamanın kalır. Hayırda adı üzerinde  bir "Hayr" vardır. Demokratik bir ülkedeyiz. Her ne kadar başımızdakiler bunu unutup bize "Evet de, hayıııır hayır de", dese de ben hala demokratik bir ülkede yaşadığımıza inanmak istiyor ve tabii ki herkesin seçimine bırakıyorum. Bana söz düşmez. Sizden istediğim sadece neye evet, neye hayır diyeceğinizi bilmeniz. Bilin ki benim gibi, sizin de kafanız karışsın. Evet demek istediğiniz şeylerle hayır demek isteyeceğiniz şeyleri nasıl olur da bir seferde seçmek zorunda kalacağınıza siz de şaşırın. Neyse ki bizim kafamızın karışmasına kıyamayan kimileri bizim yerimize düşünüyor. Evet de....

Hırslarımı kaybettim, hükümsüzdür...

Kim ne demiş, ne yapmış, ne kazanmış umurumda değil. Oysa olmalı. Yani en azından duyduklarım karşısında tepki verebilmeliyim değil mi? Komik gelmemeli. Ama geliyor işte. Hatta bir kahkaha patlatmak istiyorum, zor tutuyorum kendimi. Yolun yarısına gelmiş bir yaşın, yaşını göstermeyen bir bedeninde, kendisini 10 yaş daha genç hisseden ama yalnız kaldığında 30 yaş sonra öğrenmesi gereken, hayatın sırlarını öğrenmiş gibiyim. Sıkışıp kaldım. Her şeyin gelip geçici olduğunu lafta değil de gerçekten öğrendiğiniz an. Hayat kafanıza vura vura bunu öğrettiğinde, artık çok şey boş geliyor. Oraya gitsem de olur, gitmesem de. Onu alsam da olur almasam da. Onu yesem de olur içmesem de. Gitsem, alsam, o şey her ne ise ona doysam sevinirim. Ama olmasa da olur. Eskiden "olmayan" şeyler için canımı sıkardım, şimdi insanların o "olmayan" şeyleri "olur" yapma telaşları beni yoruyor ve sıkıyor. Yormayın beni.!..  

Daldan dala...Pek mühim konulardan... konulara...

Gıcıklığı meşhur bir ülkenin konsolosluğu, hakkım ve bir iki sayfam olduğu halde pasaportumu eski diyerek geri gönderdi, benden yeni çipli pasaportlardan istedi. İyi hoş, işe geç gideceğimi söyledim, sabah yola koyuldum. Bilmeyenlere söyleyeyim, defter parası Ziraat'e yatıyor, harç parası nereye isterseniz oraya. E tabii sıra numarası alıp o kadar bekleyince onu da Ziraat'e yatırıyorsunuz mecburen. Sonra Emniyetin yolunu tutuyorsunuz ama önce fotokopi çektirecek bir yer bularak. Bu arada bir gün önceden gidip çektirdiğiniz biometrik fotoğrafları da alıyorsunuz. En önemli nokta burada. Fotoğrafları alırken asla ama asla nasıl göründüğünüze bakmayın.  Adriana Lima ya da Alessandra Ambrosio değilseniz özgüveninize kalıcı hasarlar verebilir. Zira  3. sayfa haberlerindeki bir vesikalık fotoğrafla, Hollywood yapımlarındaki hapishane kaçkınlarının önlerine numara tutulmuş polis kameralarına bakan figüranların görünümünü yakalıyorsunuz. Bu fotoğrafın altına birazdan emniyette alınan...

Yaşlanmak...

Dün yorgunluktan öleceğimi düşündüm. 3. sayfaya çıkacaktım gazetenin bir köşesinde. "Tembelliğe alışan kadın çalışma hayatına dayanamadı" Tamam kabul ediyorum, her geçen gün gençleşmiyorum, bunun getirileri gibi götürüleri de olacak şöyle ki: Getiri: Kendinden 10-13 yaş küçük çalışma arkadaşının sana ukalalık yapmasını olgunlukla karşılayabilmek, bir yerden sonra da araya oamanlıca terimler sokarak inceliğini anlayamayacağından emin olduğum içimi ferahlatan, onun ise eline TDK sözlüğü almasına sebep olabilecek fevkaladenin fevkinde, kendimi Bülent Ersoy gibi hissettiren bir mail atabilmek. Götürü: Bir kaç yıl önce sadece yüksek ökçelerle işe gittiğimde oflayıp sızlarken, şimdi babet ve hatta parmak arası sandaletlerle koşturunca, yoo hayır hatta ayakta durunca bile belli bir saatin ardından ayakları acısından hissedememek. Tamam abartıyorum ama geçtiğimiz yıla kadar örtünmeden uyuyamayan ben,annemin sıcağa dayanamaması ve eskiden ben böyle değildim demesi üzerine ...

1 yıl...

1 sene geçti. Bugün tam bir sene sonrası. Ondan elimden geldiğince bahsetmedim. Bahsedildiği yerden kaçtım. Düşünmemeye çalıştım. Aklıma gelirse kovaladım. Sanki hiç öyle bir şey olmamış, hiç yaşanmamış, hiç gitmemiş gibi. Sadece gizliden gizliye dualarımı ona gönderdim. Bir de özür diledim ondan. Neden bilmiyorum. Belki küçükken onu istemediğim için, belki ona kızdığım zamanlar için, belki onunla ilgilenemediğim her an için, ama en çok o ölmüşken ben yaşadığım için. O gün düşündüğüm gibi, bir senedir, bir kere unuttuğum bir anda hamburger yedim. Bir daha da yemedim. O çok sevdiği ve şimdi yiyemediği için. Bu zevk aldığım şeylerden suçluluk duyma hissi azaldı neyse ki. Ama eski ben gibi görünsem de, neşeli şen kahkahalar atsam da, bir senede 10 sene geçmiş gibi büyüdüm. Hiç bir şeye üzülmemek sıkılmamak gerektiğini öğrendim. İnsanlara kızmıyorum artık. Sinirlenmiyorum. Hatta en sinir olduğum, yarı birikimime sahip olmayan insanların ukalaca yazışmalarını yada ...