Kayıtlar

Kasım, 2007 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Oskar abinin önerdikleri ve bizim ona önerimiz...

Resim
Son samuray. Çok beğenmiştim. Sanırım Braveheart'dan sonra izlediğim, aynı duyguları veren en iyi filmdi. Blood Diamond da afişinde de yazdığı gibi aynı yönetmenin elinden çıkma. Legends of tha Fall'un da yönetmeni olan Edward Zwick. Bu günlerde Hollywood filmlerine yapılan acımsız eleştirileri bir kenara koyarsak, bunun gibi yüksek bütçeli ve aynı zamanda bütçesine değer filmler izlemek iyi oluyor. Hele ki bu film gibi gerçekten bizlere verebileceği bir fikir varsa içinde. Ben filmi çok beğendim. Hikayeyi, kurguyu, karakterleri, sahneleri ve hatta müzikleri de. 2006 yılında 5 dalda Oscar alan filmden sonra Di Caprio'nun geleceğin Sean Penn'i olacağına artık tamamen emin oldum. Benim gibi geç kalıp izlemeyenlere şiddetle tavsiye ediyorum. Filmi izledikten sonra elmas takmıyorum ki ben diye avutmayın kendinizi, ha pırlanta, ha zümrüt, bir şey değişmiyor, cazibeli şeylerin bedeli ne yazık ki çok pahalıya mal oluyor... Daha önce hep yarım yamalak bir kaç sahnesini gördüğ...

4 haber 1 itiraf

İtiraf ediyorum. Artık blogları gezemiyorum. Bazen. Bir kaç dakika. Ya da zaman bulduğumda herkese yetişmeye çalışarak. Her sabah bir kaç kişi ancak... Bu bir kayıp mı? Hem de nasıl ! İnsanın arkadaşlarından ayrı düşmesi gibi bir şey. Ama gel gör ki şirketten ayrıldığımdan beri, işim başımdan aşkın. Çalışıyorken hiç olmazsa arada bir girip geziyordum. Şimdi nerede??? Yazılacak not alınmış bir sürü şey var, okunacak kitaplar birikiyor, şunu da okurum, bunu da diyerek aldıkça masada yığılıyor. bu aralar kaçırdığım tüm filmleri izleme gayretindeyim, haftada 3 film. Bunlar benim zevk aldığım ve uzun zamandır hayatımda ertelediğim şeyler. Bir de görevlerim var tabii. 3 yaş inat dönemi geçiren süpersonik inatman oğluşumla baş etmeye çalışıyorum. Mesleğimden uzak kalmamak için ne kadar dergi vb karıştırıyorsam, tazecik bir ev hanımı olma yolunda bir o kadar da mutfak dergisi karıştırıyorum. Süperkadın günlerimden kalan bir alışkanlıkla evin, arabanın, ve hayatımızın herşeyini çekip çevirmeye...

HAFTANIN FİLMLERİ: Little miss sunshine, September 11, Yaşamın kıyısında

Resim
Bu hafta filmleri üçledim, her ne kadar Persepolis'i izleyemesem de izlediğim üç film de çok hoşuma gitti, bu sebeple yazmadan edemedim. Little miss sunshine Amerika Hollywood filmlerinin klişelerinden son zamanlarda sıyrılmaya başladı biraz olsun. En azından kimi yönetmenler hala sanat için soyunuyor. Bu filmi bir kaç kere izlemiş, ama aslında hep bir şeylerle ilgilenirken arka planda sesini duyduğum için daha çok şahane müziklerini sevmiştim. Bu hafta izledim ve çok beğendim. İnsanın filmi izledikten sonra sevdiklerine sarılası geliyor, mutluyuz, mutlusunuz, mutlular... Özetle: There are two kinds of people in this world, winners and losers. Losers are people who are so afraid of not winning, they don't even try. September 11 Bu tarihle ilgili çok film var ama sanırım çok azı bu filmin bıraktığı etkiyi bırakabilir. Cnbc-e de yayınlanacağını duyduğum gün çok sevindim çünkü bu filmi de bölük pörçük görebilmiştim. Dünyanın 11 köşesinden 11 ayrı yönetmenin 11 Eylül'le ilgili...

Yardım defilesi

28 Kasım Çarşamba aksamı Wow otellerinde sadece bağışlarla ortaya çıkartılan bir “Mehmet Köymen”defilesi yapılacak. Defilenin geliri 1999 depreminden sonra boşaltılan Kasımpaşa çocuk yuvası binasının yerine yapılan yenisini tamamlamak. Tabii ki bu iş Çocuk esirgeme kurumuna düşer ancak ne yazık ki, yıllardır kurum tarafından bu konuda bir çalışma yapılmamış. Gönüllülerin ve Oya annenin çalışmaları ile buralara kadar gelinmiş. Defilenin biletleri 100 YTL. O akşam orada olursanız hem hoş bir defile izler, hem bir çok renkli sima ile tanışma fırsatı bulur, hem de çok faydalı bir işe katkıda bulunmuş olursunuz. Bilet almak isterseniz lütfen benimle iletişime geçin. O gece orada olamayacaksanız, yardımlarınızla yanlarında olabilirsiniz. Kasimpasa Cocuk Yuvasi Koruma Dernegi nin hesap bilgileri:Türkiye İş Bankası Kasımpasa Şubesi (01030) 22448 Not: İnsanı derinden etkileyen biri Oya anne, hikayesi de şurada ...

Bir de Bunalgül hallerim var.

Aşmış dediysek o kadar da değil. Sinirlerimi aldırdım bir miktar diye, her nevi insanlara münhasır hal ve hareketlerden de elimi eteğimi çekmedim ya. Misal bunalıyorum arada bir. Gerçi bu şirketten ayrıldığımdan beri ilk kez oldu, ve bunda bu aralar hayatımda yaşadığım kimi değişikliklerin de etkisi büyük ama, 24 saat kadar sürse de, bunalım fena bunaltır. Şimdi gelin benim gibi sıradan bir Türk standardı kadının bunalıma girme ve sıradışı bir bunalım sürecinden sonra ışık hızı ile bu bunalımdan kurtulma evrelerine. Bunalıma gireceğime delalet niteliğindeki doğa üstü olaylar dizini: 1- Canım bir şey yemek istemiyor. 2- Ama Nutella kaşıklayabilirim. 3- Aaaa Nutalla bitti. 4- Ama canım dışarı çıkıp almak istemiyor hiç. 5- Bir şeyler yazsam? Yok onu da canım istemiyor. 6- Film mi izlemeli. Ota boka da ağlıyorum yahu. 7- Bir film daha mı izlesem? 8- Msn mi? Canım kimseyle konuşmak istemiyor. 9- Telefon? Kimi arasam acaba? 10-Yok gelmeyeyim kızlar ben, hiç canım istemiyor. Bunalım esnasında...

Aşmış Aslı'nın Physco terapisi

Resim
Hoşgörüsüzlüğümüz üzerine bir şeyler yazacaktım aslında, kendimiz gibi düşünmeyenleri aşağılamaya karşı duyduğumuz acı istek üzerine. Nefretle mi yoğurulmuş kimi hamurlar ? Benim beğenmediğimi sen de beğenme, beğenirsen al sana, al sana, al sana ! Psycho'daki duş sahnesi canlanıyor kafalarının içinde. Kimi insanlarda var bu, ve bana kalırsa bir bulaşıcı hastalık gibi hızla yayılıyor insanoğluna. Hiç ummadığınız insanlardan bile görebiliyorsunuz bazen, en okumuş, görmüş geçirmiş bile dediklerinizden. Belki de bu sebeple, benim tahammülsüzlüğüm tamamen tahammülsüz insanlar üzerine. Bazen sessizce okuyorum insanları, yazdığı karalamalara bakıyorum, ama gerçekten birilerini, bir şeyi, hazmedemedikleri her şeyi karalamak için , karalamak, kapkara yapmak için yazdıkları satırları okuyup, düşünüyorum. Küçücük bir şeye bu kadar tahammülsüz olan biri benim eleştirilerime tahammül edebilir mi? Sanmıyorum. Eskiden olsa uzun uzadıya anlatırdım derdimi, kırmadan kızdırmadan nasıl aksini ...

10 Film, 10 kadın, ve 10 aşk...

Barbuni’de yayınlanan Feryal Tilmaç'ın aşkın hallerini anlatan en iyi 10 kitap listesini okuduktan sonra, ben de en iyi 10 aşk filmi listemi yazmak istedim. Aklıma aşkı anlatan bir kitap gelmedi. Çok düşündüm, zorladım kendimi. I ıh ! Aşk hemen her hikayenin içinde oluyor belki de. Birbirine benzemeyen tarifleriyle. Ya da farklı algılıyoruz her birimiz birbirimizden. Arıyoruz her hikayenin içinde. Bulunca? Rahatlıyoruz. İşte, bu kitapta da aşk var diye. Fimlerin içinde de aynı şekilde. Ama tabii aşkı anlatmak için yola çıkılmışsa, yönetmenin bakışı da önem kazanıyor, onun gözünden gördüklerimizi biz de kalben hissedebiliyorsak ne ala, o zaman filmlerin tadından geçilmiyor. Benim listem şöyle : 1-Gone with the wind 1939 - I only know that I love you - That's your misfortune ! Bu uzun aşk hikayesi, bir o kadar da eğlenceliydi. Afişi bence gelmiş geçmiş en güzel film afişlerinden biri. Ve inanılmaz güzellikteki sahneleri de şiir gibi. 2-The English Patient 1996 - I just wanted yo...

Güzellik çetrefilli bir mevzu...

Resim
Güzel sevgilisi ile evlenebilmek uğruna yeni bir mezhep yaratan VIII. Henry gerçekten de bu kadar yakışıklı mıydı? Hiç zannetmiyorum. Gerçi bana kalırsa Tudors'da Henry'yi canlandıran ve yukarıda arz-ı endam eyleyen Jonathan Rhys Meyers'da yakışıklı değil ve bu sözü sarfetmemde eşimin blogumu okuyor olmasının da hiç katkısı yok, ne alakası var? Misal bizim padişahlar da birbirinden çirkinmiş genellikle, ama sıkıyorsa saray ressamı olarak çirkin resmet padişahı. Benzetmesen de olmaz. Hem benzeyecek padişaha, hem de benzemeyecek. Çık işin içinden çıkabilirsen. Photoshopun gözünü seveyim. Geçmişteki imparatorların da nispeten daha estetikli resmedildiğini düşünürüm hep. Boticelli'nin tablolarına bakar, bakar, uzun uzun bakarsınız. Rüya gibi. O insanların hiç biri gerçek olamaz değil mi? Zaten genellikle kutsal kişileri resmeder, ya da kutsanmışları, yani geçmişte de her zaman güçlü, güzel veya gizemli insanlar resmedilmeye değer bulunmuş. Biz sıradan insanların vay haline....

Yazmak yada yazmamak

Moda mutfağına yeni yazılar ekliyorum, linki yukarıdaki kelebeklerin hemen altında. Evet, ayda bir post yazmışım gibi görünüyor ki öyle de oldu ama sitede yayını başladıktan sonra daha sık güncelleyeceğim. Bu aralar yazasım yok, ama bir yandan blogu, bir yandan mutfağı, bir yandan da üzerinden geçtiğim yeni veya arşiv yazılarla akıllıbebekteki köşeyi güncellemeye çalışıyorum. Bu arada Barbuni 'yi keşfettim. Yoksa o mu beni keşfetti demeli? Uzun zamandır vakit buldukça okuduğum bu sitede yer almış olmaktan mutluyum. Tekrar yazmaya başlayacağım sanırım, birilerinin beni dürtüklemesi gerekiyor galiba. Hadi Aslı, hadi...

Bir rüya üzerine...

Ölmekten değil de, ölümü beklemekten korktuğumu fark ettim. Çok yaşamamalı belki de, çünkü her gün ve gece son noktaya yaklaşıyor insan, ve uzadıkça zaman, daha çok dinler oluyorsun, saatin tik taklarını ... Babaannem için çok zor olmalı hayat. Günü geceye bağlamak. Beklemek. Oysa biz hiç beklemiyoruz ölümü, çok uzak geliyor kulağımıza, ne zaman geleceğini bilmiyoruz ya. Yakıştıramıyoruz biz yaşayanlara. Belki de biz öldürüyoruz sevdiklerimizi zamanlarının yaklaştığına inanarak. Onlar daha son nefesini vermeden, Biz verdiriyoruz. Sözde kendimizi alıştırarak. Yok, korkmuyorum ölümden. Sadece zamanı değil. Yapacak çok şey var. Beni bekleyen çok göz yaşı, çok fazla kahkaha ve yazılacak çok şey var daha...

Hopeful Aslı, Desperate Bree'ye karşı...

Resim
Desperate Housewifes'daki Bree'yim ben. Bazen Lynette gibi hissediyorum, ve hatta şu teste göre öyleyim. Ama ben kendimi genellikle Bree hissediyorum. Onun gibi kirli çamaşırlarım yok ama onun gibi herşeyin mükemmel olması için çalışıp çabalarken kendimi de çok yıpratıyorum. Bir ara bırakmıştım bu huyumu, yada bırakmaya çalışmıştım ama anlaşılan bırakamamışım. Şartlar beni yine herşeye yetişmeye çalışan, her an tırlatmaya hazır kadın konumuna getirecek neredeyse. Neyse ki artık bir şirkete bağlı değilim.Bütün bunların üzerine hala çalışıyor olsaydım ne olurdu halim düşünemiyorum bile. Dün akşam üzeri oğluşu arkadaşının doğum gününe götürürken fark ettim bunu. Hanım hanımcık etekler, elimdeki tabaklarda kekler kurabiyeler falan. Bir kaç ay önce hayatında kurabiye yapmamış ve hatta evde oturmamış , ayağına bir jean geçirip işyerine koşturan, her an acelesi olan biri için kısacık zamanda ne dönüşüm ama? Arabayı parkedip oğluşu sarıp sarmaladım,arkadaşına götüreceği balonu sıkı tu...

Bugün

Ağladım. İş bankasının reklamını izleyince. Dayanamadım. Ağladım. Nur içinde yatsın. Kemikleri sızlamazsa yatıyordur zaten nur içinde bu kadar duayla. Neden ağladım bilmiyorum belki de ağlamaya ihtiyacım vardı. Haluk Bilginer'i çok seviyordum daha bir sevdim. Güldüm. Ayşen biz kızlara harika bir brunch hazırlamış. Türkçe karşılığını kullanmak isterdim ama tam karşılığı yok sanırım. Bol kahkaha ve sohbet vardı. İyi geldi. Şaşırdım. Son bir kaç gündür üzerimdeki yeni kırılmaya başlayan şanssızlıklar silsilesine. Evde düz koridorda düştüm, dizimi kıvıramadım bir iki gün, bir avize kırıldı, biri bozuldu, tencere elimde kaldı, tuvalette arıza çıktı, her zaman yaptığım kurabiyeler şekilsiz oldu, ilk yaptığım kek yandı, ondan sonrakinin süslemesi mahvoldu, bunları arkadaşıma verdiğim söz üzerine yapmıştım, özendikçe mahvoldu, trafikte herkesin beni sıkıştıracağı tuttu, falan filan. Korktum. O ne fırtına ve yağmurdu öyle ! Küfrettim. O yağmurda karşıdan gelen minibüsü sollayan gerizekalı a...

Acı...

Dün gece korkunç bir rüya gördüm. Oğluşumla ilgili bir şeydi, gözlerimin önünde bir şeyler oluyordu, anlatamayacağım şimdi. Bütün vücudumdan kanımın çekildiğini hissettim, her hücremin donduğunu, kaskatı kalmışım kasılmaktan, sadece "Allahım, Allahım, Allahım" diyebililiyordum ve şükür uyandım. Kalp atışlarım normale döndüğünde rüyamda gördüğüm tehlikeden onu nasıl kurtaracağımı hayal ettim bir süre, kurtardım, içim rahatladı. Sonra düşündüm, çocuğunu kaybeden insanların ne hissedebileceğini. Onlara "Sizi anlıyorum, acınızı paylaşıyorum, sabır diliyorum" demenin ne kadar anlamsız olduğunu. Asla ve asla , asla anlayamayacağımızı biliyorum. Asla bunu anlayamamayı diliyorum. Tüm kalbimle...

Unutkanlık başa ve bir de mideye bela...

Unutmuşum. Müzeyyen'i dinlerken yeme de yanında yat lezzetlerle ve bittabi balıkla Efe yaş üzümünü şöyle keyifli bir sohbetle içmenin tadını. Sonra, Buzlu rakıların midemi nasıl da bozduğunu, ertesi sabah başımın nasıl da ağrıdığını, ve bu halsizliğin üzerime nasıl da yapıştığını da unutmuşum. Bir 300 yıl kadar rakı içmeyi düşünmüyorum. Ama dedim ya balık hafızalıyım. Unuturum falan...

...

Hayatımızda kocaman değişiklikler var, ama kalbim bunları taşıyamayacak kadar küçük gibi geliyor bana... Bir haftadır bilgisayarın başına oturamadım. Çok içtim, çok gezdim, çok kahkaha attım. Ama bir yandan da çok üzgünüm. Tek teselli, .......................................... Aşk yeniden...