Ruhun incecik çatlakları

İnsan ruhu, porselen bir fincan gibi, dışarıdan bakıldığında sağlam, parlak, hatta gösterişli. Ama içten içe, görünmeyen ince çatlaklarla dolu. Bu çatlaklar, kırgınlıkların, kararsızlıkların ve gelgitlerin izlerini taşıyor. Her biri ayrı bir hikâyenin sessiz tanığı sanki...


Kırgınlık, çoğu zaman bir kelimeyle başlar. Söylenmemiş bir cümle, unutulmuş bir selam, yanlış anlaşılmış bir espri, eksik bir ilgi… Zamanla büyür, derinleşir, bir gölge gibi insanın üzerine yapışır, fark etmezsin bile. Ve ne tuhaftır ki, en çok da en yakından gelen kırgınlıklar acıtır. Çünkü insan, en çok sevdiğinden incinir.


Kararsızlık, zihnin bir sis perdesi. Gitmekle kalmak arasında salınan düşünceler, bir rüzgâr gibi savurur insanı. Her seçenek, bir ihtimalin yükünü taşır. Ve her ihtimal, bir mutluluğun ya da tam tersi pişmanlığın habercisidir. İnsan, çoğu zaman ne istediğini bilmediği için değil, neyi kaybedeceğini ya da neyi edineceğini bilemediği için karar veremez. 


Gelgitler, ruhun en kırılgan aynası.. Duygular bazen öyle bir savrulur ki, insan kendi iç sesini bile tanıyamaz olur. Bir sabah uyanır, gökyüzüyle konuşacak kadar umut doludur; ertesi gün aynı gökyüzü, üzerine çöken bir ağırlık gibi gelir. Ne tam bir neşe, ne de tam bir hüzün… Arada bir yerde, isimsiz bir boşlukta salınır insan. Bu iniş çıkışlar, sadece bir ruh hâli değil; bazen bir varoluş biçimidir. Ve en çok da bu dalgalarda yorulur kalp. Çünkü insan, sabit bir liman arar hep. Oysa içindeki deniz, durulmayı bilmez.


Ve tüm bu içsel karmaşa, insanı derinleştirir. Acı, sadece bir yara değil; aynı zamanda bir aynadır. Yüzümüze, sesimize, hareketlerimize yansır. Kırgınlıklar, kararsızlıklar ve gelgitler… Hepsi ruhun haritasında birer iz bırakır. Bu izler, zamanla bir hikâyeye dönüşür. Sessiz, ama güçlü bir hikâyeye. Ve biz değişmeye başlarız.


Ve değiştikçe kimi ruhlar incindiğinde dışa değil, içe döner. Bir başkasına kırılmış olsa bile, ilk taşı kendine atar. Çünkü o ruh, incinmeyi bir zayıflık değil, bir aşırılık olarak görür; fazla inanmış, fazla açılmış, fazla beklemiş olmanın utancını taşır. Kızgınlığı başkasına değil, kendinedir. “Neden bu kadar açık oldum?” diye sorar kendine, ama cevabı bilmek istemez. Çünkü bilir: kırılmak, onun doğasında vardır. O, duygularını saklamayı değil, sunmayı seçmiştir. Ve bu seçim, her seferinde bir yara olarak geri dönmüştür. Bu yüzden kendine kızar, çünkü içindeki incelikle baş edemez. Ve ne zaman bir kelimeyle sarsılsa, kendi kalbine dönüp sessizce hesaplaşır.


Çünkü insan, sadece yaşadıklarıyla değil, hissettikleriyle var olur. Ve bazen en büyük dönüşüm, en sessiz acıların içinden doğar…

Yorumlar

Adsız dedi ki…
Belki de bunları bu kadar çok düşünmek içimizdeki yaranın gerçek sebebidir. Aslında biliyormusun ki biri görünceye kadar çatlak yoktur.

Bu blogdaki popüler yayınlar

Biraz empatiyle çok sempatik olabilirsiniz ;)

Hani şarkılar bizi bu kadar incitmezken...

Başlıksız bir yazı bu…