Kayıtlar

Kasım, 2025 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Hissetmek…

Düşünüyorum da… İnsan olmanın en güzel yanı ne? Bana sorarsan, hissetmek. Çünkü günün sonunda hepimiz aynı şeyleri yaşıyoruz: sevinç, hüzün, heyecan, özlem, umut. Ve işin en ilginç tarafı, bu duygular bizi birbirimize bağlıyor. Geçen gün sahilde yürürken, güneşin sıcaklığını üzerimde hissederken, denizin kokusunu derin bir nefesle içime çekerken, hafif rüzgâr saçlarımı karıştırdı. O an dünyadan kopup kendimi bir filmin içinde gibi hissettim. Tabii bunda kulaklıklarımdan gelen o güzel şarkının etkisi de var. Yanından geçtiğin ağaçların yaprakları sanki ağır çekimde hareket ediyordu. Hani bazen anı yaşarsın ya, her zaman yapmamız gereken ama hiç yapmadığımız şey. O anda içimde garip bir huzur hissettim. Belki de hayatın bütün karmaşası içinde, en basit anlar bize en büyük duyguları veriyor. Sen de yaşamışsındır; bazen bir şarkı çalar, bir anda geçmişe ışınlanırsın. Bazı anılar kalbimizde öyle bir yer eder ki, yıllar geçse bile silinmez. Şimdi bir düşün: instagramda gördüğün bir paylaşım ...

Ruhun incecik çatlakları

İnsan ruhu, porselen bir fincan gibi, dışarıdan bakıldığında sağlam, parlak, hatta gösterişli. Ama içten içe, görünmeyen ince çatlaklarla dolu. Bu çatlaklar, kırgınlıkların, kararsızlıkların ve gelgitlerin izlerini taşıyor. Her biri ayrı bir hikâyenin sessiz tanığı sanki... Kırgınlık, çoğu zaman bir kelimeyle başlar. Söylenmemiş bir cümle, unutulmuş bir selam, yanlış anlaşılmış bir espri, eksik bir ilgi… Zamanla büyür, derinleşir, bir gölge gibi insanın üzerine yapışır, fark etmezsin bile. Ve ne tuhaftır ki, en çok da en yakından gelen kırgınlıklar acıtır. Çünkü insan, en çok sevdiğinden incinir. Kararsızlık, zihnin bir sis perdesi. Gitmekle kalmak arasında salınan düşünceler, bir rüzgâr gibi savurur insanı. Her seçenek, bir ihtimalin yükünü taşır. Ve her ihtimal, bir mutluluğun ya da tam tersi pişmanlığın habercisidir. İnsan, çoğu zaman ne istediğini bilmediği için değil, neyi kaybedeceğini ya da neyi edineceğini bilemediği için karar veremez.  Gelgitler, ruhun en kırılgan aynası....

Acaba ?

Merak, ruhun en gizli odacıklarına sızan, incecik bir fısıltı; ruhumuzun sükûneti reddeden isyankar yanı, uyuyan bir şehri uyandırmaya yeminli bir kıvılcım… Şimdilerde dedikoduya dost olsa da sadece o kadar mı ? İnsan, yaratılışının ilk anından itibaren bu düğümle mühürlenmiş. Gözlerimiz, sadece gördüğümüzü değil, görülmeyeni de arar. Ay’ın karanlık yüzüne duyulan o kadim arzu, yasaklanan meyvenin albenisi, hepsi bu yakıcı sualin bir yansımasıdır: “Peki ya sonra?” Merak, bazen bir diken gibi batar. Kapalı kapıların ardında kimlerin nefes aldığını, duvarların hangi sırları sakladığını bilme arzusuyla yanarız. Bu, bir miktar tedirginliktir de aynı zamanda. Çünkü bilmek, çoğu zaman koruyucu kabuğumuzu çatlatır. Elif Şafak’ın romanlarındaki gibi, her bir sır perdesini araladığımızda, ardında devasa bir kütüphane ya da dipsiz bir uçurum bulabiliriz. Meraklı ruh, bu iki ihtimali de kucaklamayı göze alır.  "Ama ya ben yanılıyorsam?" sorusunun altını çizen o tatlı huzursuzluk hali. O...