Acaba ?
Merak, ruhun en gizli odacıklarına sızan, incecik bir fısıltı; ruhumuzun sükûneti reddeden isyankar yanı, uyuyan bir şehri uyandırmaya yeminli bir kıvılcım… Şimdilerde dedikoduya dost olsa da sadece o kadar mı ?
İnsan, yaratılışının ilk anından itibaren bu düğümle mühürlenmiş. Gözlerimiz, sadece gördüğümüzü değil, görülmeyeni de arar. Ay’ın karanlık yüzüne duyulan o kadim arzu, yasaklanan meyvenin albenisi, hepsi bu yakıcı sualin bir yansımasıdır: “Peki ya sonra?”
Merak, bazen bir diken gibi batar. Kapalı kapıların ardında kimlerin nefes aldığını, duvarların hangi sırları sakladığını bilme arzusuyla yanarız. Bu, bir miktar tedirginliktir de aynı zamanda. Çünkü bilmek, çoğu zaman koruyucu kabuğumuzu çatlatır. Elif Şafak’ın romanlarındaki gibi, her bir sır perdesini araladığımızda, ardında devasa bir kütüphane ya da dipsiz bir uçurum bulabiliriz. Meraklı ruh, bu iki ihtimali de kucaklamayı göze alır.
"Ama ya ben yanılıyorsam?" sorusunun altını çizen o tatlı huzursuzluk hali. O, sadece keşfetme arzusu değil, aynı zamanda o bildiğimiz düzenin ne kadar kırılgan olduğunu bize hatırlatan bir dürtüdür. İnsan, doğası gereği, duvarlarla çevrili bir bahçede yaşamayı sevmez. Daha doğrusu, duvarı gördüğünde, o duvarı inşa edenin elini, harcın nasıl karıldığını ve o duvarın ardında nefes alan kim olduğunu merak etmeye başlar. Bu, biraz da "gözetleme" dürtüsüne yakın bir histir, ama daha masumdur. Bu, bir dostun gözlerinin içine bakıp, "Şu an ne hissediyorsun? Bana söylemediğin o küçük acı ne?" diye sormaktır. Newton’un başına düşen elma, Marie Curie’nin karanlık odasında titreyen radyasyon izi, modern insanın yedi kat gökdelene tırmanma çabası... Hepsi, “Bu neden böyle?” sorusunun büyülü bir tezahürüdür.
Ancak en değerli merak, başkalarının ruhunun labirentlerine yönelendir. Bir yabancının yüzündeki o ince çizginin hangi hikâyeyi gizlediğini, iki insanın arasındaki gergin sessizliğin hangi sözcüklerle örüldüğünü çözme çabasıdır. Bu tür bir merak, şefkatin ve derin anlayışın öncülüdür. Çünkü başkasını anlamaya çalışmak, kendi sınırlarını esnetmek demektir.
Merakın en güzel yanı, bizi başkalarına bağlamasıdır. O, yargılamadan önce dinleme davetiyesidir. Birinin hikâyesini, kendi yaşadığımız acılarla kıyaslamadan, sadece "Sen nasıl bu yoldan geçtin?" diye sorabilme cesaretidir. Bu, bir kapıdan geçmekten çok, o kapının kilidini açan anahtarı bulmaya benzer.
Merak, evet, bazen bizi yorar. Çok fazla soru, çok fazla olasılık, bizi uykusuz bırakır. Ama bu yorgunluk, bir eylem adamının yorgunluğudur; kanepede pinekleyen bir ruhun uyuşukluğu değil. Biz, merak ettikçe büyür, okudukça, sordukça ve o yasak sandığımız bahçelere gizlice girdiğimizde, aslında kendimizi buluruz.
Sonuç olarak, o içimizdeki meraklı çocuk, hayatın en büyük armağanıdır. Onu susturmak, ruhumuzu yavaş yavaş mühürlemek gibi bir şey… Bırakın o sorsun, durmaksızın sorsun. Çünkü en güzel cevaplar, en cesur soruların ardından gelir…
Yorumlar