Ah şu gazeteciler...
İnsanı vezir de eder rezilde. Annem sanki ben pek mühim bir şahsiyetmişim de her gün gazetelere çarşaf çarşaf röportaj verirmişim gibi, ki bunu yapabilmek için ülkemizde mühim sıfatını almana gerek de yok aslında, aman derdi gazetecilere güvenme.
Haber aşkı ve o köşenin sevdası nasıl oturuyorsa içlerine, benim işim haber yapmak diye kendi kendine and içen tüm gazeteciler, gün geliyor her şeye haberci gözü ile bakarken, bir anda olayları istedikleri gibi yorumlayabildiklerini de fark ediyor ve bunun bitmek bilmez hazzı ile yaşamaya alışıyorlar. Sonrasında bundan vazgeçmek zor oluyor olsa gerek.
Kimilerini konumuz dışı yapalım, genelleme yapmak yanlış olur ancak şu da bir gerçektir ki, bir haberi ne kadar objektif verdiğinizi iddia ederseniz edin, bir cümlenin içine öyle bir kelime eklersiniz ki, okurken ister istemez bir fikir verir o yazı. Yada öyle bir fotoğraf eklersiniz ki yazının tepesine, adeta sizin yazdıklarınızın bir kanıtıdır.Ufacık bir mimik, alaylı bir gülüş, yada çatılmış kaşlar yazdıklarınızla o kişiden nefret etmemize, yada muzip bir gülümseme ve iki çift hoş söz o insandan hoşlanmamıza vesile olur.
Tabii köşe yazarlarının işi yorumsuz haber yapmak değil tersine olayları yorumlamaktır.
Daha önce de yazmıştım size, büyük bir gazetede köşesi olan bir yazarın şirketimizle ilgili haber yapmak üzere Paris’e davet edildiğinde nasıl profesyonellikten uzak davrandığını, seyahatin uçak biletinden kalacakları otellere kadar nasıl bir kapris içinde geçtiğini, ve bu süper beleş gezilerinden sonra nasıl bir haberimizin çıktığını.
İçinde olmadığımız için görebildiğimiz kadarı ile yorumlayabiliyorum bu dünyayı. Yazmayı benim gibi sevenler için çok zevkli bir iş olsa gerek. Sadece işini yapmak adına araştıran ve geniş birikimini bize yansıtan birkaç isimle, işleri için koşuşturanları meclisten dışarı alırsak, dolce vita yaşamak için gazetecilik yapanlar, bu mesleği ticari yaşamları için bir araç olarak kullananlar ve birbirlerinin ayağını kaydırmak, hatta birbirini ezmek, mümkünse yok etmek isteyen, bunun için elinden gelen her şeyi yapabilenler gibi birkaç grup kalıyor geriye.
Bir de yeni akım var bunlara dahil edebileceğimiz. Olayları yorumlamak yerine birbirleri ile uğraşıyorlar.
Geçen haftadan beri birkaç gazetede birkaç köşe yazarı birbirine sayıp sövüyor. Sanki gazetede köşe yazarı değil de mahallenin esnafları. Şöyle tarif edeyim: Biri mahallenin Cd cisi olsun, diğeri de eskiden mahalle camisinden çıkmayan ama şimdilerde o kafe benim bu cafe senin gezdiği için mahalleliler tarafından nedense eleştirilen ve her nedense buna da pek bozulan, ama kendisi ona buna çatınca insanların bozulmasına anlam veremeyen dedikodusever mahalle bakkalı. Bu ikisi arkadaşlar. Ancak ikisi de mahallenin bıçkın geçinen ağır abisine tabiri caizse gıcıklar. Çünkü bu ağır abi geçen sene konsere birlikte gittiği cd ciyi almamış yanına. Bakkal da gıcık ama sebebe ihtiyacı yok, o herkese gıcık zaten.Bir gün ağır ağbiye "hey damat" diye sesleniyor. Damat diye anılmak her nedense ağrına giden ağır abi, yemin ediyor valla billa ben bu herifleri döveceğim diye. Hatta bir Hıncal Uluç edasıyla her konuda ahkam kesebilen ve her şeyi bilen bu ağır abi onların takıldığı kafeyi de biliyor ve oraya gidip gözdağı veriyor gençlere.
Yani tencere dibin kara, seninki benden kara durumu var burada. Dedikodu programlarından hoşlanıyorsanız bu da hoşunuza gidebilir. Kahramanlarımıza yani şuradan Ahmet Hakan’a, şuradan Mansur Forutan’a ve de şuradan Haşmet Babaoğlu’na geçerek mahallenin bu delikanlılarını izleyebilirsiniz.
Bunlara en güzel yorumu da Can Dündar vermiş haftasonunda.
Övsün yada küfretsin yeter ki herkes benden söz etsin...